Kilise – Tabak, Antalya, 9-13 Kasım 2016
Geziye Katılanlar: Erdi Şencan, Nermin Akın, Gökhan Bayraktar, Osman Batuhan Balkan, Emre Can Güzel, Sedat Delen, Uğur Özkan, Elif Yavuz, Burak Gökyer, Gamze Baydemir, Recep Can Altınbağ, Serkan Boynueğri, Anıl Alyanak, Batuhan Batur, Burak Dindar, Kaan Corum, Resul Ekrem Zengin, Bengi Su Doğru, Elif Selen Argadal, Seyyidi Kerim Parlak, Emirhan Albayrak, Erdinç Kara, Türker Türkyılmaz
10/11/16,Perşembe
Perşembe günü öğlen 1 suları Döşemealtı kamp alanına gelmek için yakınlarda bir yerde otobüsten indim. Etraf biraz ilginç; merkezden uzak bir köy gibi olmasına rağmen modern mimariyle inşa edilmiş villalar, girişinde kocaman bir nal olan at çiftliği, Afrika’dan getirilmiş gibi duran meyve ağaçları vardı. Sanki Akdeniz’in önde gelen mafyalarının kara para aklamak için yatırım yaptığı bir kasaba gibi; sakin, düzgün, güzel ama yanlış yerde. Asfalttan çakıl taşlara geçtiğimi adımlardan çıkan seslerden anladım, sonra da ağaçlık alana geldim. Hava sıcaktı yani kamp zorlu geçmeyecekti.
İlk karşılaştığım şey Batur’un kaskını takmaya çalışması ve vazgeçmesi oldu, Y jenerasyonunun özelliği de olabilir bu. 2. shiftten çıkanlar içerisinin epey sıcak olduğunu belirtti ama belirtmelerine gerek yoktu çünkü hepsinin yüzünden belli oluyordu. Aldığımız ilk üzücü haber Nermin’in çantasının hatta belki de kendisinin kaybolmuş olmasıydı. Şarjlar az, akıllar soru işaretliydi. Twitter’dan gündemi takip etmek için kendini çadıra kapatan Gökhan “Nermin dedi ki…” ile başlayan cümlelerle bizi dünyadan değil Nermin’in durumundan haberdar etti defalarca kez. Bu kez yine çadırının girişini sıyırdı, kafasını çıkardı; yüzünde bir gülümseme… Nermin’in çantası bulunmuş olmalıydı. Heyecanla bunu duymayı beklerken ellerinin arasında gerilerek havaya kaldırılan mor bir boxer gördük.
Çikolatalı puding kokusu kapladı kamp alanını, tencerenin başında üç beş kişi duruyordu. Daha da güzeli ise birazdan bu tencereye birkaç paket Burçak bisküvinin ufalanacak olmasıydı.
Saatler ilerlerken barbunyalar pişiyor, odunlar toplanıyor, komünal yaşam denemeleri aksaksız bir şekilde devam ediyordu. Eğer yaptığı işte çok iyi olanlara rozet takılacak olsaydı Recep ve Türker odun toplama dalında bu ödüle layık görülebilirdi. Daha ilk günden beş günlük odun toplamışlar gibimize geldi ama 3. günün ortasında bitti. “Kozalak da iyi yanar.” gibi bir iddia “Kötü kokuyor.”ve “Patlıyor.” argümanlarıyla alaşağı edildi. Mağaracı playlisti oluşturuldu, listenin giriş parçaları çok iyi. Spotify’dan ulaşabilirsiniz belki daha sonra.
Tek eğlencemiz olan ve Erdi’ye belki de denge skillerini geliştirmesi için verilen hediye slack line gerildi iki ağaç arasına. Erdi bunda oldukça başarılıydı; o, ipin üstündeyken çay içenler çayını bırakıyor, yemekler yarıda kesiliyor, sigaralar ellerde unutulup kendi kendisine sönüyordu.
21.00’de tüm shiftler dönmüştü, “İlk kez dipledim.”, “Sen dipledin mi?”, “Diplemek be!” cümleleri duyuluyordu.
Bir yandan mantarın nasıl pişirileceği üstüne ikircikli bir tartışma dönerken diğer yandan 30 saniyede hazırlanmış olan shift planının kaybolduğu ortaya çıktı. Birden ortam gerilmedi, kimse paniklemedi; plan tekrar hazırlandı
Burak G. elinde mavi battal boy poşetle gelip “Bunu da yaz.” dedi, “Tamam.” dedim. Mağaradan çıkmış bu poşet; terlik, strafor, pet şişe gibi birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan çöpler… İçerdeki güzellikler görülmediğinden olsa gerek, mağara koca bir çöp konteynırı olarak kullanılmış, buna kızdık.
Havanın yağacağı ve bir çadırın su geçireceği ihtimali üstüne konuşulurken yıldırımdan farksız bir şekilde “Yağmayacak.” dedi Gökhan. Gerçekten de yağmadı. Semaver tekrar yakıldı, gece mantarı yapıldı. Kaşarlı olmasına akşamdan karar verilmişti. “Vampir” oynadık ve Gökhan iki kez kazanarak sanıyoruz jübilesini yaptı.
Daha önceden hazırlamış olduğum elmalı tarçınlı kek, pasta ya da turta tanımlarının hiçbirine uymayan aykırı tatlım saniyenin çok azda biri süresinde tükendi. Ya ben çok iyiydim ya da herkes aşırı açtı.
Çekirdeklerin çöpü bir lokomotifi çalıştırabilecek kadar fazlaydı ve alevler yükseldi. Hayır yükselmedi ama yükselse ne güzel olacağı konuşuldu. Çekirdek çöpüyle güçlenme fikrine gülmemize bozulmuş olacak ki, ateşimiz bir anda Calcifer’e dönüşüp “I don’t cook! I’m a scary and powerful fire demon!” dedi. Korktuk, yeterince korktuğumuz yetmiyormuş gibi herkesten birer anısını anlatılması istendiğinde Anıl the Vedat aklımızı aldı. Kurgu, karakter, mekan, üslup kek gibi kararındaydı. Bu hikaye muhtemelen sadece o anda ulaşabileceği maksimum korkutma değerine ulaştı. Bu sayede kamp çemberinin yarıçapı 3’te 1 oranında azaldı. Güvenlik önlemleri alındı fakat korkumuzu bastırmaya yeterli olmadı. Uyuduk.
11/11/16,Cuma
Patatesli biberli yumurtayla ve Anıl’ın bir önceki gece anlattığı hikayenin kahramanları Aysel Teyze ve Vedat Abi ile güne başladıktan sonra Gökhan’ın bezelyeli ve biberli bulguruyla devam ettik. Shiftler şıkır şıkır gidiyor, fıkır fıkır geri dönüyordu ve her şey meteorların uzayda ahenkle gezindiği gibi uyumlu gidiyordu. Yemek yapanlar, sohbet edenler, kitabını okuyanlar muazzam bir şekilde salınıyordu kamp alanında. Uzaktan bir asteroit görünüp alanımıza girerken yaptığı ışımayla meteora dönüştü ve dedi ki “İpimiz çalındı!”. Kaos… Yavaştan hıçkırmalar duyuldu; sesler yükselmeye, arkadaşlarımız yerlerde yuvarlanmaya başladı, bu esnada birbirini gıdıklayanlar oldu. Şaşkınlık içinde birbirini teselli edenler, gözyaşlarından parçalanmış peçeteleri uzatanlar… Birlik olduk, gerçekten bir kulüp olduk o anda ve Gökhan’ın daha önceden hazırlamış olduğu bezelyeli bulgurla durumla ilgili analizler yapmaya başladık. İpi çalan kişinin ruh hali, evliliği ve traktörleri hakkında akıllıca varsayımlar daha iyi hissetmemize sebep oldu.
Yine daha önceden hazırlanmış iki çift pasta çıktı ortaya. Her şey Emine Beder’in yemek programı gibiydi; yerli yerinde, önceden hazırlanmış, yeterli ölçüde ve kıvamında.
Odun Kesme Cuma Özel Programı:
Batuhan’ın üstündeki oduncu gömleği ve elindeki baltanın fevkalade kombiniflaşların patlamasına, daha sonra ise odunların birden ilgi odağı haline gelmesine sebep oldu. Minik bir halka ve eler çenede düşünmeler… Herkes deniyor fakat kütük bir türlü ortadan ikiye ayrılamıyordu. “Ben deneyeceğim!” dedi Kerim The Hawking, minik birkaç hesapla baltayı sakin ve isabetli vuruşlarla kütüğe indiriyordu, evet yapacaktı; çemberden “Abi helal olsun!” sesleri yükseldi. Evet kütüğün darbe aldığı yerler inceliyordu, açılı vurmasının çok mantıklı olmasında herkes hemfikirdi. Çok iyi gidiyordu, başaracaktı ve en sonunda odunu bütün olarak ateşe attık.
Ekrem the Jeez’in gerçekten her türlü gerçek bir malzemeci olduğunu su taşımaktan dönerken anladık tekrar. Ben, ismini vermek istemeyen bir arkadaşım (çünkü birazdan yere düşecek) ve The Jeez bidonları dönüşümlü taşıyorduk, arkadaşımız düştü. Ekrem; devrilen su bidonu, arkadaşım, bidon, arkadaşım sıralamasıyla bu ikisinin arasında gidip gelerek harmonik hareketten Mannequin Challenge’a geçti. Kendisinin su ile ilgili bir başka anısı için scroll down.
Bir anda Emre’nin elinde bir torba şarj ve telefon toplandı çünkü herkes 15 telefonun ortasına mısır tanesi konulduğunda patlayıp patlamayacağını merak ediyor ve bunu yapabilecek cesur birine ihtiyaç duyuyordu ama cumartesi sabah Tabak’a dolu şarjlarla gitme fikri daha mantıklı.
Bir anda Emre’nin elinde bir torba şarj ve telefon toplandı çünkü herkes 15 telefonun ortasına mısır tanesi konulduğunda patlayıp patlamayacağını merak ediyor ve bunu yapabilecek cesur birine ihtiyaç duyuyordu ama cumartesi sabah Tabak’a dolu şarjlarla gitme fikri daha mantıklı.
Akşam kaçıncı geleneksel olduğu hala tam olarak bilinemeyen “sevişmek” isimli oyun oynandı. Oyunun özeti: Anıl’ın dinleme cihazı var ve Emirhan her şeyin ele gelenini seviyor.
Geceyi çok da uzatmadan yavaştan yatıldı çünkü sabah kamp alanından biraz daha uzakta bir yere bizi götürmek üzere otobüs gelecekti 9’da.
12/11/16,Cumartesi
Tabii ki sabah oldu ve biz tam vaktinde otobüsteydik sadece saat 9 değildi. Tütün ve mamülleri tükenmiş, gözler ancak açılmış ve Tabak’a doğru yola çıkmıştık. Bengisu Miss Sayman hesaplarını yaptı. Şoföre yol tarif edilemiyor gibi olurken edildi.
Yol müthişti, kültür beşiği Antalyamız’ın denize paralel uzanan yüce dağları arasından göz kırpan o sıcacık güneş ışıncıklarıyla Ra’yı selamlarken dağların derinliğine doğru ilerleyip Khazad-dûm’ün kapılarını zorlayacaktık. Moria madenlerinde biraz selenite, satin spar, desert rose, gypsum flower vs. toplayıp (Kamu spotu: Hayır, böyle şeyler yapmıyoruz. Toplamak, çalmak, eve götürmek ya-sak!)…
Otobüsten indik, çantalarımızı yüklenip mağara girişlerine doğru orta zor bir tırmanıştan sonra kuşanmalar başladı. Yan taraftan gelen kükürt kokusu görünen fabrikanın ne fabrikası olabileceği konusunda tartışmalara yol açtı.
Dikey mağaradan çıkanlar konuşamıyor, “Nasıldı?” sorularına cezboldukları için tam bir cevap veremiyorlardı.
Girişinde defne ağacı olan mağara “yatay mağara” diye adlandırılanlardandı, varmak için sivri sivri kaya tepelerini atlatmak gerekiyordu. Uzaktan dağ keçilerine de benziyor olabilirdik.
Velhasıl bir giren bir daha girmek istiyor, mağara girişlerinde eğitmenler yenileri zor tutuyordu, kendilerini aşağıya atmak isteyenler, sarkıt ve dikitler arasında durup oraya aitmişçesine sütun oluşturmaya çalışanlar…
Toplandık; kayalar üstünde, güneşin altında sigaralar yakıldı, çokokremler sürüldü, sütler içildi. Garden of Eden artık Caves of Döşemealtı olarak düzeltilmeliydi.
Tüm bu keyfin üstüne Gökhan, Emre ve Emirhan’ın analiz şelalesinin altında göle girdik. Ekrem the Jeez’in göle girip eline aldığı Damla ve Nestle 1,5 Lt.’lik su şişelerinden (çünkü bütün ayrıntılar sekans sekans uzun dönem hafızamıza bir şok ile kazındı.) üstüne yavaşça su dökmesi herkese “Jeez!” dedirtti. Onun dışında ise donduk.
Mağaraların güzelliği ve su dökme olayının şokuyla dönüp kaldığımız yerden son gecemize devam etmeye çalıştık. Ateş yükseltildi, çember genişledi; ateş azaldı, çember daraldı, genişledi, daraldı, aç, kapa, aç, kapa şeklinde bir müddet devam etti. 3-4 sandalye 3 gündür üstüne kapasitesinin neredeyse iki katı daha fazla yük taşıdığı için oturma kumaşlarının içbükeyliğinin artıp zemine gittikçe yaklaşması sonucu oluşturduğu eğrinin fonksiyonunun altında kalan alan hesaplanamayacak kadar azaldı; eğri, zemini x koordinatı kabul etmek üzere y=0’a epey yaklaştı.
Hala daha bir şeyler yapılmak isteniyordu, çadırlarına çekilen insanlar vardı. O halde neden KYK erkek yurdu şakaları (Batuhan’ın deyişiyle) yapılmasındı? Hemen tertiplenen inanılmaz yaratıcı birkaç prodüksiyonla çadırda uyuyanlar korkutulmaya çalışıldı. Ercüment’in çadırına ilahi çalındı, yaprak sesleri yapıldı, Çiko the Kurukafa çadıra sokulup gösterilmeye çalışıldı. Bunların hiçbiri onu uyandırmaya yetmedi. Çadırın başında başta 3, sonrasında ise 10 kişi vardı. Ercüment uyanmadı. En sonunda şakacılar çadırın altına ellerini sokup aşağı yukarı sallamaya başladılar. Bunun da sonunda Ercü uyanıp ayıp söz söyledi. Ekibin morali bozuldu biraz çünkü hiç değilse şakacıktan da olsa Ercü’nün korkmuş olmasını beklediler. Sıra Batur’un çadırına geldi, onun tepkisi tatmin ediciydi: Noluyo lan orda? Sedat’a geldi sıra. Sedat korkmadı, geri geldiler. Erdi muzip bir fikir bulduğunu düşünerek olsa gerek Sedat’ın çadırına tekrar gitti fakat korkarak geri döndü çünkü Sedat pusuya yatmış kontraatak yapmayı beklemiş ve Erdi çadırını açtığında elini birden uzatarak “Bö!” demiş. Nermin, ben ve Burak G. uykudan korkutarak uyandırmanın zararlarından bahsediyor olsak da KYK erkek yurdu grubu şaka aralarında ateş başına geldiklerinde onlara fikir vermeye çalışıyor, ortamın içinde bulunmanın rahatlığını yaşayarak konformizmin tanımını pekiştiriyorduk.
Vaktinde kalktığımızı bildiğimiz için akşamdan malzeme ve erzak çadırını topladık. İş bölümünü yapana kadar işleri bitirdik diyebiliriz. Bunda çok iyiyiz.
Gün içerisinde yaşanan saf keyiflerden ötürü herkesin yüzünde bir gülümseme vardı fakat yorgunluğun da etkisiyle azalmaya başladık. Ateş küçüldü 7-8 kişi kaldık.
Son akşam ateşi, Recep, Sovyet afişleri:
Herkes birçok konudan bahsetmeye başladı; Balkan tarihinden, dedelerimizin plaklarına, Uruguay mutfağından, Grundig ev aletlerine… Recep the Mindbender yoğun ısrarlar sonucu bir haftasını anlatmaya başladı, bir anlatım tekniği olarak bilinç akışını Virginia Woolf’ten sonra muhtemelen en iyi icra edenlerden biriydi. Biz arada sorularımızla düzenli bir şekilde sormasak da “Bir oyunda İstanbul’u fethetmekten neden sıkılırız?”dan tutun “Levent’ten Ayazağa’ya neden yürünür?”e kadar dağılabilirdik, aslında dağıldık. Anlatımında sanıyoruz hoşumuza giden süperegosunun fişini çekmesiydi; cümleler içten, net ve gerçekti. Koltuk minderlerinin arasına kılıç sokmak, ödev yapmadığı için kendini suçlamak, kurtarma eylemi olarak boş duvara bakmak samimi itiraflardandı. Kimse kalkmak istemiyor fakat saat de 03.00 oluyordu. Sabah 10’da otobüs gelecekti. Dolayısıyla ateş başından bir şekilde kalkıldı.
13/11/16,Pazar
Tabii ki yine dün olduğu gibi sabah oldu ve biz tam vaktinde otobüsteydik, sadece saat 10 değildi. İlerigörüşlülüğümüz sayesinde daha önceden hazırlamış olduğumuz çöpleri topladık. Çadırlar kaldırıldı. Kahvaltı vesaire… Güle güle kamp alanı, Orfe At Çiftliği’nden gelen garip koku ve parçalanmış hayvan kemikleri… Güle güle!
Ekipler:
10 Kasım Perşembe
- Döşeme: Uğur, Emre, Batuhan, Burak D. (10:00 – 15:00)
- Uğur, Emirhan, Gamze, Kaan, Batuhan Batur (15:25 – 19:15)
- Emre, Burak G., Gökhan, Kerim, Ekrem (17:00 – 20:55)
11 Kasım Cuma
- Emre, Nermin, Serkan, Anıl, Gökhan (11:15 – 13:45)
- Uğur, Burak D., Erdinç, Sedat, Recep (12:45 – 17:40)
- Toplama: Emre, Nermin, Batuhan, Erdi, Burak G. (17:50 – 20:45)
12 Kasım Cumartesi
- Uğur, Emirhan, Selen, Bensi Su, Elif, Türker (11:00 – 12:45, Tabak 1)
- Nermin, Gökhan, Recep, Anıl, Erdinç, Batuhan Batur (11:15 – 12:45, Çömlekli)
- Emre, Gamze, Kerim, Ekrem, Serkan, Kaan (13:20 – 14:55, Çömlekli)
- Nermin, Gökhan, Recep, Anıl, Erdinç, Batuhan Batur (13:45 – 15:40, Tabak 1)
- Uğur, Gamze, Kerim, Ekrem, Serkan (15:15 – 17:30, Tabak 1)
Elif Selen Argadal